top of page
kitap kapakları (1).png

SADECE BİR ÖNERİ

“Adem bak akşam annemler gelecek yemeğe. Salata için domates, marul ve limon almayı unutma.”

 

“Tamam unutmam.”

 

“Dün de öyle demiştin.”

 

Adem hafifçe gülümsedi. “Hemen de sok lafını.”

 

“Estağfurullah kocacığım. Sadece hatırlatıyorum.” Meryem de Adem’in içini ısıtan bir gülümsemeyle kocasına baktı. “Bir bardak daha çay içer misin?”

 

“Zahmet etme yahu.”

 

“Ne zahmeti be. Dur getireyim.”

 

Meryem, kocasıyla her sabah kahvaltıdan sonra oturup çay içtikleri ufak balkonlarında, kibarca ayağa kalktı ve mutfağa geçti.

 

“Bir bardak daha içip işe geçeyim artık. Kepenkleri kapalı tutmak olmaz.” diye düşünen Adem; kahvaltı sonrası sigarasını yaktı ve iyice bacaklarını yaydı. Ilık ve hoş bir hava vardı. Bahar artık iyiden iyiye kendini hissettiriyordu. Bu güzel havaya rağmen hırkasına sarıldı ve manzarayı -Ankara’da ne kadar olabilirse- seyretmeye başladı.

 

Evlerinin balkonundan görebileceği şeyler de sınırlıydı zaten. Hemen önlerinde, Jandarma İlçe Karakol Komutanlığı vardı. Manzaranın büyük çoğunluğunu da onlar oluşturuyordu. Neyse ki gri ve bozkır Ankara’nın içindeki askeri alanlarda hiç de fena olmayan bir ağaç habitatı olurdu hep. Bu sayede, evleri sanki ormanın yanındaymış gibi ferah ve güzel bir hava dolardı içeri. Önlerinde de içtimaya duran ya da egzersiz yapan jandarmaları izleyip, marşlarına eşlik ederlerdi. Adem bu bakımdan, evlerinin kışlanın dibinde olmasına hoşnuttu. Tabii ihtilal daha tazeyken evlerine az lanet etmişliği de yoktu. Bağırış çağırışın, gürültünün, kavganın ardı arkası kesilmiyordu. Ne zaman balkona çıksalar elinde tüfek olan bir asker onlara bağırıp içeri girmeleri gerektiğini söylüyordu. Neyse ki ihtilalin üzerinden neredeyse iki yıl geçmişti de yavaş yavaş her şey normale dönmeye, Adem’le Meryem kahvaltı sonrası balkon sefalarını yapmaya başlamışlardı.

 

O sırada Adem’in gözü, nizamiye girişine takıldı yine. Birkaç gündür gözü hep nizamiyedeydi.

 

“Ne o? Askerlik günlerini mi özledin Adem Efendi?”

 

Adem içten bir kahkaha attı. “Yok be! Özler miyim hiç? Yirmi sene önce ömrümden iki yılı kaparo olarak devlete vermişim, bir de özlemle mi anacağım o günleri? Sadece… Şey…”

 

“Ney?”

 

“Yahu hanım. Şu nizamiye girişine bir baksana. Bir gariplik görüyor musun?”

 

Meryem gözlerini kısarak, “Göremiyorum,” diye mırıldandı. “Kapıda silahlı askerler var. Başka askerler onlara bağırıyor. Yolun iki şeridinde de siyah renkli askeri araçlar var. Her şey her zamanki gibi işte.”

 

“Ya baksana saat öğleye geliyor, hala nizamiyede sokak lambaları açık. Kimse bakmıyor mu bu lambalara? Biz tasarruf için çırpınalım, devlet sabah akşam lambaları açık tutsun. Olur mu öyle şey?”

 

“Jandarma diyorsun, asker diyorsun Adem. Tabii olur. Sana mı soracaklar lambaları yakarken?”

 

Adem kafasını eğdi. Canı Meryem’in bu lafına pek sıkılmıştı. Sigarasından son bir fırt alırken, gözünü nizamiye lambalarına dikti. Hışımla sigarasını söndürdü ve “Keşke sorsalar…” dedi. “Hanım bana müsaade. Akşam gelmeden mutlaka manava uğrarım.”

 

“Allahaısmarladık canım benim.” dedi Meryem ve Adem’i kapıya kadar uğurladı.

 

Dükkandaki işleri düşünerek yürürken, tam nizamiyenin önünde Adem’in gözleri tekrar lambalara takıldı. “Sana mı soracaklar lambaları yakarken?” Meryem’in lafı içine oturuvermişti. “Soracaklar tabii! Benim vergilerimle o elektrik bağlanmamış mı askeriyeye? Eminim kimsenin dikkatini bile çekmemiştir bu savurganlık.”  diye düşündü ve aniden, karşı konulamaz bir dürtüyle nizamiyeye yöneldi. Sanki ayakları, kendisine sormadan bu istikamete gidiyordu. Nizamiyeye yaklaştı, bariyerleri geçti. Biraz yürüdükten sonra, nizamiye nöbetinde silahlarını çapraz tutan iki genç jandarma, ona doğru yürümeye başladı. En fazla yirmi yaşındaki genç jandarma, “Hop! Buyur dayı?” diye bağırdı.

 

“Kolay gelsin, hayırlı nöbetler Mehmetçik. Komutanınızla konuşmak için gelmiştim. Mümkünse kışla komutanıyla.”

 

“Hayırdır dayı? Ne konuşacaktın?”

 

Genç jandarmanın tutumuna biraz bozulan Adem, tatlı sert bir tavırla, “Onunla konuşacağım işte yavrum, seninle değil.” dedi.

 

“Sen bu vatanın askeriyle ne biçim konuşuyorsun?” Genç jandarma, sivil birinden böyle sert bir çıkış görmeye alışık olmadığını belli edercesine bir adım ileri atmış, Adem’e ters ters bakıyordu.

 

Adem ise kendisinin yarı yaşındaki bir veledin sırf elinde tüfek var diye kendisiyle böyle yukarıdan konuşabildiğine inanamıyordu. Çocuğu şöyle bir süzdükten sonra, özgüvenin silah değil de üniformadan kaynaklı olduğunu düşünerek, “Asıl sen baban yaşındaki bir adamla nasıl konuşuyorsun? Seni adam sanıp askere aldılar diye adam mı oldun bakayım?”

 

Gencin parmakları tüfeği iyice sıkarken, sinirden titreyerek “Ne diyorsun lan sen?” diye hırıldadı ve Adem’in üzerine yürümeye başladı. Yanındaki diğer asker, “Şevket dur!” diye bağırdı ve arkadaşını kolundan tuttu. “Bırak lan! Bırak da dünya kaç bucakmış göstereyim şu herife! Bırak!”

 

Bağırışlar, uzaklardan gelen bir düdükle bölündü. Kısa boylu, ancak yaşça diğer iki askerden oldukça büyük duran başka bir asker düdük çalarak üzerlerine koşmaktaydı. Üzerlerine koşan silüeti gören jandarmalar, kendilerine çeki düzen vermek üzere zıpkın gibi dikildiler ve selam durdular.

 

“Ne oluyor burada?”

 

“Ragıp Başçavuşum, bu herif gelip kışla komutanıyla konuşmak istediğini söyledi. Sonra da bize bir sürü ağza alınmayacak laf etti.”

 

“Ne diyorsun oğlum sen? Yalan söyleme! Baban yaşındaki adama iftira atmaya utanmıyor musun?” dedi Adem sinirle. Yavaş yavaş kontrolünü kaybettiğini hissediyordu.

     

“Hop hemşerim! Ağır ol. İftira atmakla suçladığın kişi bir Türk askeri. Haddini bil. Benim askerimle böyle konuşamazsın.”

 

“Askerin de yalan söylemeyecek o zaman. Şu yaşıma kadar ağzımdan tek kelime yalan çıkmadı benim be! Hem iyilik yapmaya geliyoruz hem de bacak kadar çocuklar tarafından zan altında bırakılıyoruz. Zaten suç bende, size iyilik yapmaya gelende kabahat!”

 

Başçavuş kaşlarını çattı. Demir gibi soğuk, barut kadar fevri bir sesle, “Adam gibi konuş.” dedi.

 

Mehmetçik? Ben askerdeyken vatandaşa hizmet için çalışırdık sadece. Siz de anca elinizde tüfekler etrafa caka satın!” Ardından Adem, parmağını kavga ettiği ere doğrulttu. “Sana da hakkımı helal etmiyorum.”

 

Başçavuş aniden Adem’in elini kavradı ve ters çevirdi. Adem acıyla haykırarak yere yığıldı. Gözleri dolu dolu, acıyla bağırmaya başladı. “Ah, Bırak lan! Bırak! Rütbeli olacaksın bir de! Parmaklarım kırılacak diyorum, bıraksana! Ah! Laftan da anlamıyor ya. Zaten kafan çalışsa subay olurdun. Ahh!” Başçavuş, Adem’in çenesine öfkeyle bir tekme savurdu. Adem, kavga ettiği erin üzerine doğru uçunda, o da silahının dipçiğiyle kafasına sertçe geçirdi. Darbesinin ne kadar sert olduğunu, Adem’in kendinden geçmesi ile fark eden er, hafifçe gülümsedi.

 

“Lan oğlum bu tüfekleri size süs olsun diye mi veriyorlar?” diye gürledi Başçavuş. “Böyle vatan haini orospu çocuklarını kışlaya almayın diye elinizde o silahlar. Yoldan geçen bir adam gelip hepimize sövse ne olur biliyor musunuz? Bunu gören diğerleri de gelip size söver. Siz de öyle mal gibi dikilirsiniz. Üzerinizdeki üniformanın hakkını verin! Askersiniz lan siz! Jandarmasınız! Birisi gömleğinizin üst düğmesine laf edecek olursa bile, o düğmeyi laf eden adama monte edeceksiniz. Anlaşıldı mı?”

 

“Emredersiniz komutanım!” İki asker de aynı anda bağırmıştı.

 

“Neymiş bu lavuğun derdi?”

 

“Kışla komutanıyla görüşmek istediğini söyledi, sonra da ana avrat küfürler etmeye başladı.” Adem’le kavga eden asker, her ne kadar bu cümleyi gözünü dahi kırpmadan söylese de; yanındaki diğer er rahatsızlıkla kıpırdandı.

 

Şerefsize bak sen… Deli cesareti işte. Neyse, öğreniriz derdini. Ajan mı artık ne boksa... Atın nezarete. Murat Albay gelene kadar orada kalsın.” Ardından yüzüne zalim bir gülümseme yayıldı. “İyi bakın adama.”

 

***

Adem ne kadar süredir bu küçük nezarethanede kaldığını bilmiyordu. Kendine geldiği anda bas bas bağırıp, bu işte bir yanlışlık olduğunu anlatmaya çalışmıştı. Fakat içeri giren askerler tarafından biraz hırpalandıktan sonra susmuş ve sessizce karısının onu yemeğe beklediğini, giderken manava uğraması gerektiğini söylemişti. Askerler onunla biraz dalga geçtikten sonra onu yalnız bırakmışlardı.

 

Karanlık nezarette tek başına uzunca bir süre bekledi. Uyudu, uyandı, yattı, kalktı, düşündü. Günde bir kez yemek veriliyordu, onu da Adem iki dakika içinde tüketiyordu. Evinin birkaç yüz metre uzağında yaşadığı küçük hapis hayatı çok zoruna gidiyordu. Birkaç yüz metre ileride özgürlük vardı, aile vardı, yuva vardı. Fakat yine de tepkisini içine atmak zorundaydı, yoksa mutlaka şiddetle susturulacaktı.

 

Nezarethanenin ışıkları sonunda yandığında, Adem tarih algısını iyiden iyeye kaybetmişti. Fakat yine de en az birkaç gün geçtiğinin farkındaydı. Aniden gelen ışıktan dolayı kamaşan gözleri, yavaş yavaş aydınlığa alışırken içeri giren askerlere bakmaya çalıştı.

 

Altı yedi asker ona doğru geliyordu. En arkalarından ise yaşça onlardan çok daha büyük ve tecrübeli bir rütbeli, dikkatli bakışlarını Adem’in üzerine dikmiş, yaklaşıyordu. Adem, albay rütbesini zar zor seçebildi.

 

“Size bahsettiğimiz adam bu komutanım.” Tanıdık gelen sese dönünce nizamiyedeki başçavuş ile göz göze gelen Adem, sinirle dişlerini sıktı.

 

“Ee efendi? Derdin nedir? Ne diye durduk yere diklendin askerlerime?” Albay tok bir sesle ve babacan bir tavırla konuşuyordu. Adem, en azından işinin ehli olan gerçek bir askerle muhatap olabileceğine dair bir umuda kapıldı.

 

“Komutanım… Ben çeşitli önerilerde bulunmak için buraya gelmiştim. Maksat orduya, millete faydamız dokunsun. Ama arkanızdaki dalkavuk…” Adem öfkesine yenik düştüğünün ve söylediği yanlış sözcüğün farkına varsa da, artık çok geçti. Bir an özür dileyip lafını geri almayı düşünse de gururuna yediremeden kaldığı yerden devam etti. “…o dalkavuk yüzünden, sizinle konuşamadım.”

 

“Dalkavuk demek… Yıllarca vatanı müdafaa etmiş, canını dişine takıp düşmanlarla savaşmış, Kıbrıs Gazisi Ragıp Başçavuş’a dalkavuk dedin demek.”

 

Başçavuş, aldığı gazın etkisiyle bir adım öne çıkarak, “Komutanım orada çok daha fenalarını söyledi de neyse…”

 

“Tamam başçavuşum, siz de bebe gibi şikayet etmeyin. Anladık, vatan haininin biri surlarımıza dayanmış, bin bir türlü saygısızlıkla ordumuza saldırıyor. Peki o zaman, ne yapalım?”

 

Adem panikle atıldı. “Komutanım beni yanlış anladınız. Vallahi sizin iyiliğiniz için geldim buraya.” Yüzünden damla damla ter akıyordu. Korkudan titriyordu artık. Mahallede her gün haberini aldığı kayıp vakaları, faili meçhuller aklına bir bir, film şeridi gibi geliyordu. Kasap Muharrem’in oğlu, çantasında “Das Kapital” olduğu için götürüleli aylar olmuştu; ne zamandır haber dahi alınamıyordu çocuktan. Berber Şerif Efendi de içip içip bir subayla takışmıştı, onu da kavga anından beri gören yoktu. Adem’in bakışları hafifçe askerlerin bellerine indi. Hepsinin beylik tabancaları belindeydi.

 

“Koskoca, anlı şanlı Jandarma Teşkilatı, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin gurur kaynağı senin iyiliğine mi kaldı ulan!”

 

“Beni yanlış anlıyorsunuz!”

 

“Anlat o zaman doğrusunu?”

 

“Anlamadım?”

 

“Anlat o zaman doğrusunu diyorum. Buraya niye geldin? Bize ne iyilik yapabilirsin ki?”

 

Adem derin bir nefes aldı. Nezarete atıldığından beri kafasında yapıp durduğu konuşmayı dışarı yansıtma vakti gelmişti.

 

“Şimdi komutanım, ben kışlanın hemen dışındaki Şakir Osman Sitesinde ikamet ediyorum. Balkonda oturup hep askeriyeyi izlerim…”

 

“Şerefsize bak, sabah akşam bizi dikizlediğini itiraf ediyor bir de!” diye gürledi başçavuş.

 

Adem korkuyla, “Hayır efendim, ne gözetlemesi! Ağaçlar falan çok güzel geliyor çay içerken. Yine yanlış anlıyorsunuz beni. Neyse, zaten konu bu değil. Konu şu ki, kışlada yoğun bir israf olduğunu gözlemledim. Ve bu israfı düzeltmenin çok da kolay bir yolu olduğunu düşünüyorum.”

 

Albay Murat kaşlarını çattı. “Ne israfı? Türk askeri ancak yiyeceği kadarını alır. İsraf haramdır.”

 

“Doğru komutanım, ama gözden kaçan bir nokta var. Sorun şu ki, nizamiye girişindeki lambaları sabah akşam açık tutuyorsunuz. Tam on sekiz tane sokak lambası var. Bu lambalar, normal floresan da değil. Bildiğimiz sarı ışık. Bakın, Watt cinsinden hesaplayalım. Evde kullanılan ampuller, yaklaşık altmış watt civarında olur. Sokak lambalarında ise, dört yüz watt civarı ampuller var, üstelik bunların balastları da bir o kadar yakıyor. Yani her bir sokak lambası, sekiz yüz watt civarında yakıyor. Evdeki bir ampule oranla, neredeyse on dört kat fazla. Toplam on sekiz lamba olduğunu unutmayalım.

 

“Şimdi bakın, normal bir evde elektrik faturasının büyük çoğunluğunu ampul ve televizyon oluşturuyor. Bir evin elektrik faturası, asgari ücretin yirmide biri kadar diyelim. Ve çoğunlukla geceleri elektrik kullanılıyor. Bu hesapla, sizin buradaki bir lambanın ne kadar çok elektrik harcadığını ve sabah akşam yandığını da düşünelim. Bu durumda, sizin her bir lambanız, bir evin toplam elektriği kadar elektrik harcıyor. Nizamiyede on sekiz sokak lambası var. Bunu on sekizle çarpın. Bu durumda, nizamiyedeki sokak lambalarının aylık elektrik gideri, bir asgari ücretin yaklaşık iki katına çıkıyor. Bunu bir yılla çarpın. Ya da büyük düşünelim. Bunu beş yılla çarpalım ve tüm kışla genelindeki sokak lambalarına yayalım. Hatta tüm Ankara’yı düşünelim. İsrafın boyutunu böylece anlayabilirsiniz.

     

“Şimdi, sabahları sokak lambalarını kapattığınızı varsayalım. Zaten hiç ihtiyacınız da yok. Benim hesaplarıma göre her kışlada yüz sokak lambası olsa ve gündüzleri hepsinde lambalar kapansa, sadece Ankara’da asgari ücretin bin beş yüz katı kadar tasarruf sağlanır. Türkiye genelindeyse bin beş yüz çarpı seksen bir katı kadar diyelim. Bu miktar, tahminlerime göre Yugoslavya’nın bir yıllık toplam gelirine eşit olacaktır. Şimdi lütfen söyleyin komutanım, ben ülkemi, devletimi düşünmüyor muyum? Hangi ekonomist, hangi milletvekili, hangi bakan, bir yılda ülkenin ekonomisine benim önerim kadar büyük bir katkı sağlayabilir? Hangi asker, hangi sanatçı, hangi hayırsever vatanına milletine benim kadar hizmet edebilir? Yahu üstelik yapması zor bir şey de önermiyorum. Şu ışıkları sabahları kapatın yeter!”

 

Derin bir sessizlik oldu. Herkes anlamaz bakışlarla birbirine bakıyordu. Albay kaşlarını çattı, “Kimsin sen? Mesleğin ne? Nerelisin?” diye sordu.

 

“Ben Adem. Radyo tamircisiyim komutanım. Ve Kayseriliyim.” Keskin sessizlik yeniden geldi.

 

Ardından albay hafifçe gülümsedi. Onun gülümsediğini gören başçavuş, nefesini verircesine güldü. Arkadaki askerler kıkırdamaya başladı. Ardından başçavuş dayanamayıp bir kahkaha attı ve herkes gülmeye başladı. Kahkahalar nezarethanede yükselirken, gülmeyen tek kişi Adem’di.

 

“Komik bir şey mi söyledim?”

 

“Lan bir siktir git ya. Adam sandık da dinledik seni. Allah’ın manyağı.” dedi kahkahalar içinde albay.

 

Adem yüzünü buruşturarak sırayla her birine nefretle baktı. “Sizin umurunuzda mı tabii israf? İşinize gelmeyince, sizin üretemediğiniz ve asla üretemeyeceğiniz bir fikir duyunca hemen aşağılayın tabii onu. Siz ne anlarsınız ki zaten?”

 

Başçavuşun gülümsemesi suratında dondu, “Lan bak yine!” diye gürledi fakat albay elini onun göğsüne koyarak başçavuşu durdurdu. Adem’in devam etmesini istiyormuşçasına, hiçbir cevap vermeden inatla gözlerini onun gözlerine dikti ve cevap vermeden bekledi.

 

Adem ise gazı almış, öfkeyle içini dökmeye başlamıştı bile. “Memlekette gücü eline geçirince götü başı ayrı oynamayan kimse yok mu ya? Herkes mi koltuğa oturunca içindeki tüm pislikleri dökmek zorunda? Siz kimsiniz ki? Üniformanızı benim emeğimle, vergilerimle dikmediler mi? Bana hizmet etmek için maaş almıyor musun? O zaman beni niye burada tutuyorsunuz? Derdiniz ne sizin? İyilik yapmak için ta ayağınıza kadar geldim, bir ağzıma sıçmadığınız kaldı.” Adem, sinirli bakışlarla herkesi süzdükten sonra ekledi: “Gerçi bu kadar göt varken, siz onu da mutlaka yaparsınız.”

 

Albayın yüzüne buz gibi bir gülümseme yayıldı. Soğuk ve keskin bir şekilde arkasını döndü. Artık Adem’e bakmıyordu bile. Başçavuşa, “Haini tutuklayın. Vatana, millete, askere hakaretten, askere görevini yaptırmamaktan, askeri yaralamaktan, askeri bölgeyi izinsiz gözetlemekten, askeri bölgeye izinsiz intikal etmekten, vatana ihanetten, terör örgütü üyeliğinden işlem başlatın. Bugün Askeri Savcı karşısına çıksın.” dedi ve Adem’e son bir kez baktı.

 

Adem şok olmuştu. Hareket edemiyor, yalnızca titriyordu. Başına neler geleceğini az çok öngörebildiği için, panikle albaya bakıyor ancak konuşamıyordu. Bu sırada albay nezarethaneden ayrılırken, keyifle elini kaldırdı ve “Nezarethanenin ışıklarını kapatmayı unutmayın. Devir tasarruf devri!” diye kahkaha atarak dışarı çıktı.

 

***

Yargılama, Türkiye standartlarının çok daha ötesinde bir hızla gerçekleşti. Adem ilk celsede ne olduğunu anlayamadığı bir sürü suçtan dolayı ceza aldı. Onu tanıyan hiç kimse, yirmi dört yıl hapis cezasını gerektirecek bir şey yapacağına inanmamıştı. Mahallenin ortak kanaati, Adem’in bok yoluna gittiği yönünde olsa da kimse bunu sesli söyleyemiyordu. Meryem ağlamaktan harap olmuş, olan bitene anlam vermeye çalışıyor ancak hiçbir sonuca varamıyordu.

 

Aradan birkaç yıl geçti. Adem hapishaneye adapte oldu. Orada kendisi gibi birkaç arkadaş edindi ve dışarının da içeriden pek farklı olmadığını gördü. Güçlüler güçsüzleri eziyor, güçsüzler birlik kurup güç kazanıyordu. Sonradan güçlenenler, ezildiklerini hiçbir zaman unutamıyor, “biz ezildiysek herkes ezilsin”, düsturuyla bu sefer onlar da güçsüzleri eziyordu. Ta ki başka birileri güçlü olana dek… Sonsuz bir güç döngüsü her zaman devam ediyordu.

 

Adem bu hengameye kendini kaptırdı ve uzun yıllar boyunca böyle yaşamaya devam etti.

 

Yıllar geçtikçe askeri yönetim de gücünü kaybetmeye başladı. Dışarıda hayat yavaş yavaş normalleşmeye başlarken, askeri suçlarla ilgili gelen büyük bir af sonucu Adem; içeri girdikten tam beş yıl sonra, yani 1987 yılında hapisten çıktı.

 

Özgür olmasına özgürdü, ama “af” kavramı canını sıkıyordu. Aradan geçen yıllara, baskıya, eziyete, işkenceye ve mahpus hayatına rağmen, hala affedilecek bir şey yapmadığını düşünüyordu.

 

Çıkar çıkmaz, Meryem ile uzun uzun sarıldı, saatlerce saçlarını okşadı. Evinin her bir köşesine dokundu. Dükkanına gidip kepenkleri kaldırdı ve atölyenin yağ kokusunu keyifle içine çekti. O gün nasıl uyuduğunu kendi bile anlamamıştı.

 

Ertesi gün, Meryem ile yıllar önce yaptıkları gibi keyifli bir kahvaltı masası kurdular. Uzun uzun sohbet edip, yavaş ve özlem dolu bir kahvaltı yaptılar. Ardından Meryem kahve pişirmeyi teklif etti. Adem gülümseyerek bu öneriyi kabul etti.

Meryem kahveleri pişirirken, o da bu sırada balkona çıktı. Sigarasını yaktı, saat öğleye yaklaşırken gündüz güneşi altında parlayan ağaçları keyifle seyretmeye başladı. Gözü, çekine çekine askeriyeye kaydı.

 

Sokak lambaları hala yanıyordu.

Kıvanç Güven

Haziran - 2021

Bütün hakları saklıdır ve avkivancguven@gmail.com adresine bildirilmeden ve izin alınmadan kullanılamaz

bottom of page